İşte hikaruivy’nin yeni yıl armağanı: “My lovely roommate”in final bölümü!
Daha önce yorumlar arasında belirttiğim gibi, hikâye için alternatif finaller yazdım aslında… Ama bloga sadece en baştan beri planladığım, -bence- hikâyenin ruhuna en uygun olanını ekliyorum. Eğer diğerlerini de okumak isterseniz bana mail atmanız ya da yorum bırakmanız yeterli…
Başta yorumları ile bu keyifli yolculuğa renk katan sevgili ser_min, koredelisi, mydestiny, lee, winpohu, kimbapsushi, akira, sarang, ve zebzeyra olmak üzere, bir aydan uzun bir süredir Berna’nın Kore macerasına eşlik eden tüm okuyucularıma teşekkür ederim. 2011’in hepinize sadece güzellikler getirmesi dileğiyle, sevgiler, öpücükler ^^
Too Love -Sungkyunkwan Scandal Ost
Joshua Radin – They bring me to you
Shawn Hlookoff – She Could Be You
Sahne 1 (Cafe) Bölüm, bir masada karşılıklı oturan Jung Woo ve Min Hee sahnesi ile açılır. Jung Woo yüzünde büyük bir şok ifadesiyle karşısında sakin sakin oturan Min Hee’ye bakmaktadır.
“Min Hee…” der çaresizce. “Ben Berna’ya âşığım diyorum sana… Buna rağmen eskiden vermiş olduğum bir sözü tutmamı benden nasıl beklersin?”
“Senin aşk zannettiğin şey geçici bir heves,” der Min Hee sükunetini hiç bozmadan. “Berna güzel bir kız, sen de ondan etkilendin, hepsi bu… Merak etme, nasıl olsa Berna birkaç haftaya kadar ülkesine dönüyor… O zaman onu unutup eski, mantıklı haline geri döneceğinden eminim…”
Jung Woo bir an inanmaz gibi durur. Sonra alaycı bir gülüş gelir yüzüne, alayla “hıh”layarak Min Hee’ye bakar. Gözleri öfkeyle alev alevdir.
“Ne kadar da kendinden emin konuşuyorsun! Bir başka insanın kalbini nasıl bilebilirsin ki?? Ben Berna’ya deli gibi âşığım Min Hee! Ondan başkasını görecek göz kalmadı bende!”
Sonra bir an durur, ekler: “Hem ayrıca o da beni seviyor! Berna da beni sevdiğini itiraf etti!”
Min Hee birden tokat yemiş gibi sarsılır. Konuşmanın başından beri ilk kez onun da dudaklarının titrediğini, yüzünün beyazladığını görürüz. Ama hemen sonra, az önceki sakin ifadeye geri dönmeyi başarır. Yumuşak bir sesle:
“Öyle bile olsa senin onunla bir geleceğin yok oppa… Biriniz Kore’de, diğeriniz Türkiye’de hayatına devam edecek… Hem bir yabancının seni gerçekten anlayabileceğini nasıl düşünebilirsin? Bir insanla hayatını paylaşmak geçici bir gençlik hevesinden çok daha ciddi bir konudur.”
Jung Woo yine ateşli ateşli itiraz etmeye hazırlanırken elini kaldırıp durdurur onu Min Hee. Sonra, kararlılıkla onun gözlerinin içine bakar:
“Bütün bunları bir tarafa bıraktık diyelim. Ama sen bana bir söz verdin! Hayatımı bir düzene koyunca seninle olacağım diye bana söz verdin!”
Jung Woo birden dut yemiş bülbül gibi kalır, hiçbir şey diyemez. Öfke ve çaresizlikle yumruklarını sıkar. Flashback: Jung Woo’nun Min Hee’ye: “Senden sadece zaman istiyorum… Sonra, kendini ispatlamış, başarılı bir erkek olarak tekrar karşına çıktığım zaman her şey bambaşka olacak. Sana söz veriyorum.” dediği an’ı izleriz.
Tekrar günümüze geldiğimizde Jung Woo başını yenik bir halde önüne eğmiştir. Sonra ayağa kalkar, hiçbir şey demeden cafeden çıkıp gider. Min Hee ise yavaşça ağlamaya başlar.
(http://www.youtube.com/watch?v=0qMd16-5lqA&feature=related)
Sahne 2 (Dış mekân-ev) Jung Woo’nun sokaklarda derbeder bir halde dolaşmasını izleriz. Gözleri dolmuştur, dokunsan ağlayacak haldedir. Zorlukla yutkunur. Sonra, cebinden çıkardığı kurbağa anahtarlığına bakar, acıyla gülümser. Tekrar başını kaldırdığında gözlerinden yaşlar süzülmektedir.
Berna ise yüzünde sevimli bir gülümsemeyle istasyonda trenden inmiş, kalabalığa karışmıştır. Otobüse binip evin yakınında inmesini, eve doğru yürümesini izleriz. Eve girince önce doğruca Jung Woo’nun odasına gider, kapıyı tıklatır, ama kimse olmadığını görünce şaşkınlıkla dudak büküp kendi odasına gider. Telefonunu çıkartır, mesaj atar.
Jung Woo’nun telefonunun mesaj sesini duyarız. Jung Woo gözlerinde yaşlarla telefonu çıkartır, mesajı okur.
“Güzel haberlerim var! Babam da seni sevmiş Jung Woo… Gerçi benden habersiz onunla konuşmaya gittiğin için bir azarı hak ettin ama, neyse, seni affediyorum 😀 Bir an önce eve gel de konuşalım. Seni seviyorum!”
yazmaktadır mesajda. Jung Woo’nun yüzü iyice allak bullak olur. Telefonu yavaşça cebine koyar, sonra bir an durur, ve ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başlar.
Berna ise odasında yatağına yatmış, hâlâ her şeyden habersiz, gülen bir yüzle Jung Woo’dan gelecek olan cevabı beklemektedir…
Sahne 3 (Ertesi gün) Berna yerinde sıçrayarak uyanır. Hemen yanıbaşındaki telefona bakar, mesaj gelmediğini görüp yüzünde bir hayalkırıklığı ile telefonu elinden bırakır. Bir an düşünceli düşünceli durur. Sonra kararlı bir biçimde yatağından kalkar, odasından çıkıp Jung Woo’nun odasına kadar gider, odanın kapısını tıklatır.
Cevap gelmeyince merakla kapıyı açıp içeri bakar. Jung Woo odasında değildir. Berna ilk defa kaşlarını çatar.
O sırada arkadan esneyerek: “Günaydın Berna-sshi!” diye odasından çıkan Sun Yong’u görürüz. Berna ona gülümseyerek bakar:
“Günaydın Sun Yong! N’aber?”
“İyilik, asıl senden n’aber?” der Sun Yong ve muzipçe sırıtır: “Hayrola?? Geceyi Jung Woo’nun odasında mı geçirdin yoksa?”
Berna kızarırken “Saçmalama, yok öyle bir şey!” diye şakacıktan kafasına vurur Sun Yong’un. Sonra ekler: “Hem Jung Woo evde değil ki…”
“Ah, bu kadar erken saatte nereye gitti ki?” der Sun Yong merakla, Berna ise sadece bilmiyorum dercesine dudak büker. Sun Yong:
“Neyse neyse,” der, “Bu akşam sizin için bir sürpriz hazırladık: Hep birlikte lunaparka gidiyoruuuuuz!”
Berna’nın birden yüzü güler: “Ah, bu süper bir fikirmiş! Şöyle hep birlikte doya doya eğlenelim!”
“Evet, biz de aynen öyle düşündük,” diye güler Sun Yong ve iki çocuk “çak” yaparlar. Sun Yong banyoya giderken: “Saat 7’de, unutma!” diye bağırır. Berna da “tamam” diye gülümser, sonra kendi kendine:
“Ben de okula gideyim bari… Jung Woo belki oradadır…” diye mırıldanıp odasına geçer.
Sahne 4 (Dış Mekan) Jung Woo’nun bir parkta, bir bankın üzerinde uyuyakaldığını görürüz. Parkı temizlemeye gelen çöpçü tarafından dürtülerek uyandırılır:
“Ya! Genç adam, burda böyle uyuyamazsın!”
Jung Woo uykulu uykulu gözlerini kırpıştırır, sonra ağrıyla doğrulur. Gece bankta uyumaktan her tarafı tutulmuştur. Çöpçü hâlâ onu çekiştirmektedir. “Tamam tamam, gidiyorum,” diye mırıldanıp ayağa kalkar, sarsak adımlarla uzaklaşır.
Sahne 5 (Okul) Berna dalgınca kampüste yürümektedir. Birden karşısına birisi dikilir. Berna başını kaldırınca yüzündeki hafif tebessüm yerini korkuya bırakır.
“Konuşmamız lâzım,” der Min Hee hiç olmadığı kadar ciddi bir yüzle.
Berna korkuyla yutkunur, sonra başını önüne eğer. “Peki…” diye mırıldanır.
Sahne 6 (Okul kafeteryası) Min Hee ve Berna bir masada karşılıklı olarak oturmaktadırlar. İkisi de susmaktadır. Berna başını öne eğmiştir, söze nasıl başlayacağını bilemez bir haldedir. En sonunda:
“Min Hee…” diye mırıldanır. “Bak, ben çok üzgün-“
“Sen de Jung Woo’ya âşık mısın??”
Min Hee’nin sert bir sesle sorduğu soru, Berna’nın lafını böler. Berna başını kaldırıp korkuyla karşısındaki genç kızın yüzüne bakar. Min Hee’nin yüzü ifadesizdir, ama parmaklarının boğumları sıkmaktan bembeyaz olmuştur.
Berna yavaşça başını eğer, yüzünden büyük bir hüzün geçer.
“Evet…” diye fısıldar.
Min Hee’nin yüzüne inanmaz bir ifade yerleşir. Alaycı bir biçimde “hıh”lar, gözlerini devirir. Sonra öfkeyle ona bakar:
“Bunu bana nasıl yaparsın Berna?? Sen benim arkadaşım değil miydin?? Ben sana Jung Woo’yu ne kadar sevdiğimi anlatırken sen bana arkamdan gülüyor muydun ha??”
Berna üzüntüyle:
“Hayır, saçmalama, tabii ki öyle değil!” diye feryat eder. “Min Hee, yemin ederim nasıl olduğunu ben de anlayamadım! Jung Woo’dan uzak durabilmek için çok uğraştım! Ona âşık olmamak için çok çabaladım! Ama… elimde değildi…”
Böyle deyip ellerini yüzüne kapatır, ağlamaya başlar. Min Hee’nin de gözlerinden yaşlar süzülmektedir. Bir an, acıyarak karşısındaki kıza bakar. Ama hemen sonra az önceki sert ifade geri gelir.
“Onu sana vermemin imkânı yok…” der sakin bir sesle. “Sen onu seviyor olsan bile ikinizin birlikte olmasına asla izin veremem!”
Berna elini yüzünden çeker, şok içinde Min Hee’ye bakar. Yüzü bembeyaz kesilmiştir.
“Min Hee…” diye mırıldanır.
“Oppa bana söz verdi,” der Min Hee kararlı bir sesle. “Hayatını yoluna koyunca bana geleceğine söz verdi. Jung Woo’nun verdiği sözleri asla bozmayacağını biliyor olmalısın… O yüzden senin aradan çekilmen gerek Berna!”
Berna bembeyaz olmuş bir halde ona bakmaktadır. Ağzını açar ama hiç ses çıkmaz. Sonra, yavaşça başını önüne eğer.
“Özür dilerim…” diye mırıldanır. “Başından beri sizin aranıza girmeyi hiç istememiştim zaten… Ama –içini çeker- ne yazık ki elimde değildi… Ona karşı olan duygularımı ne kadar bastırmaya çalışsam da beceremedim… Özür dilerim…”
Sonra ayağa kalkar. Gözlerinden yaşlar süzülmektedir. Hüzünlü bir gülümsemeyle Min Hee’ye bakar:
“Sen benim en sevdiğim arkadaşlarımdansın Min Hee… Sana bu acıları yaşattığım için ne kadar özür dilesem de yetmez… Ama sana şunu garanti edebilirim: Benden sana bir zarar gelmeyecek! Bundan sonra Jung Woo’dan uzak duracağım. Aranıza girmeyeceğim. Belki sen de… –sözün burasında durur, sesi kırılır. Sonra toparlanıp devam eder- Belki sen de günün birinde beni affedersin…”
Ve arkasını dönüp koşar adımlarla uzaklaşır. Min Hee masada put gibi kalakalmıştır. Yüzünden hafif bir gülümseme geçer gibi olur, ama hemen sonra titreyen ellerini yüzüne kapatır, ellerinin arasından yaşlar süzülür.
Sahne 7 (Ev) Berna’nın eve girer girmez kendini odasına attığını, kapının arkasına yığılır gibi oturup ağlamaya başladığını görürüz. O sırada Jin Ki odasından çıkar, mutfağa doğru geçerken Berna’nın odasından gelen ağlama sesini duyup irkilir. Yüzünde büyük bir endişeyle onun kapısını tıklatır:
“Berna?? Berna iyi misin?”
(http://www.youtube.com/watch?v=0qMd16-5lqA&feature=related)
Berna’nın telaşla yüzündeki yaşları silmeye çabalamasını izleriz. Boğazını temizleyip:
“İyiyim!” diye bağırır. “Yok bir şey!”
Jin Ki bir an durur. Sonra sıkıntılı ama kararlı bir yüzle Berna’nın kapısını aralayıp içeri bakar. Kapının önünde yere oturmuş Berna’yla göz göze gelirler.
“Burdan bakınca pek iyiymiş gibi gözükmüyorsun,” der Jin Ki. Berna gülmeye çabalayıp yerinden kalkar:
“Bir şeyim yok Jin Ki, cidden! Sadece… ben sadece… şeyyy…”
Sonra durur, başını öne eğer. Hafifçe gülümser.
“Kimi kandırıyorum ki…” diye mırıldanır. “Evet, iyi değilim Jin Ki… Hiç iyi değilim…”
Böyle deyip gözlerinden seller gibi yaşlar süzülen yüzünü kaldırır, Jin Ki’ye hüzünlü bir gülümsemeyle bakar. Jin Ki’nin alnı acıyla kırışır.
“Neden??” diye haykırır, “Berna ne oldu?? Anlat bana, anlat ki sana yardım edebileyim!”
“Yapabileceğin bir şey yok,” diye gözyaşları arasında gülümser Berna. “Ben… ben olmayacak bir rüyaya kapıldım, hepsi bu… Ama geçecek… Bir gün mutlaka geçecek…”
Son kelimeler ağzından çıkarken sesi kırılır, yeniden ağlamaya başlar. Jin Ki artık dayanamaz, onu sert bir hareketle göğsüne bastırır, sıkı sıkı sarılır. Bir yandan da:
“Ağla… Ağla ve rahatla Berna… Korkma, ben yanındayım…”
Diye mırıldanmaktadır.
Berna ise arkadaşının yatıştırıcı sözlerini duyunca iyice kendini bırakmış, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştır. Jin Ki’ye ondan güç almak ister gibi sıkı sıkı sarılır. Jin Ki’nin yüzündeki derin endişe ve üzüntüyü görürüz. İki genç uzun süre öylece kalırlar…
Sahne 8 (Ev) Jin Ki salondaki kanepeye oturmuş, gözlerini boş boş karşıya dikmiş, arada bir elindeki biradan birkaç yudum alıp düşünmektedir. O sırada dairenin kapısı açılır, Sun Yong girer. Jin Ki’nin hiç ses çıkarmadan öylece kanepede oturup düşündüğünü görünce şaşkınca yanına gider:
“Hyung-nim! Burda böyle ne yapıyorsun?”
Sonra Jin Ki’nin kolundan tutup çekiştirmeye başlar: “Hadi amaaa! Hazırlansana bak saat nerdeyse altı buçuk oldu. Saate 7de lunaparkta Yoon Ah’la buluşacağız. Hep birlikte şöyle güzel bir akşam geçirelim, öyle değil mi?”
Sonra merakla Berna’nın odasına doğru bir bakış atar: “Berna nerde? O evde değil mi?”
Jin Ki canı sıkkın bir tavırla: “Sanırım bu akşamki lunapark olayını iptal etmemiz gerekecek Sun Yong…” deyince Sun Yong’un gözleri hayretle açılır:
“Ama neden?? Bir şey mi oldu? Hem Berna nerde?”
“Odasında… Uyuyor…” der Jin Ki. Sonra sıkıntılı bir biçimde Sun Yong’a bakar, nasıl anlatacağını bilemez gibi duraklar. “Sorun şu ki, galiba Berna’yla Jung Woo-”
“Hey! Hadi ne duruyorsunuz, hazırlanıp çıkmıyor muyuz?”
İki çocuk merakla sesin geldiği yöne bakarlar. Berna giyinmiş kuşanmış, yüzünde sevimli bir gülümsemeyle odasının kapısında durup onlara bakmaktadır. Jin Ki şaşkın ve endişeli bir tavırla ona doğru birkaç adım atar:
“Sen… gitmek istediğinden emin misin Berna?”
“Evet, neden olmasın ki?” der Berna hiçbir şey olmamış gibi. “Hem Yoon Ah bizi orda beklemiyor mu?”
“Evet ya, hemen çıkalım,” der Sun Yong neşeyle. Berna da koşturarak arkadaşlarının yanına gelir, ikisinin birden koluna girer:
“Hadi gidip biraz eğlenelim çingular!”
Sonra neşeli bir Sun Yong ve şaşkın bir Jin Ki’yi çekiştirerek evden çıkarır.
Sahne 9 (Lunapark) Üç çocuk lunaparkın girişinde bir an dururlar. Kamera alttan yukarı doğru çekim yapar, başlarının üzerinden ışıklı dönmedolabın dönüşünü görürüz. Berna’nın yüzünde çocuksu bir neşe vardır:
“Vaooov… Çocukluğumdan beri lunaparka gelmemiştim… Ne kadar harika bir yer olduğunu unutmuşum!”
Sonra koşturarak içeri girer, oğlanlar da onu takip ederler. O sırada sağ taraftan birisi seslenir:
“Berna! Sun Yong!”
Yoon Ah gülümseyerek onlara el sallamaktadır. Berna’yla kucaklaşırlar; sonra Sun Yong sevinçle kız arkadaşının elini tutar. Yoon Ah şaşkınca sağına soluna bakınır:
“Hani, Jung Woo yok mu?”
Berna ve Jin Ki bir an ne diyeceklerini bilemezler. O sırada arkalarından bir ses yükselir:
“Biz buradayız!”
Dört genç arkalarını dönünce, Jung Woo’nun koluna girmiş, onu çekiştirerek neşeli bir yüzle onlara doğru yaklaşan Min Hee’yi görürler. Jung Woo ise çok sıkıntılıdır; anlaşılan buraya bu şekilde gelmek kendi seçimi değildir. Sun Yong şaşkınlıkla:
“Na-na-na… nasıl yaaa?” diye kekeler. Yoon Ah’sa ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştır; hemen sevgilisini dürtükler, sessiz olmasını işaret eder.
Bu arada Min Hee ve Jung Woo dört arkadaşın yanına gelmiştir. Min Hee her birinin yüzlerine bakar:
“Ee, hadi, içeri girmiyor muyuz?”
(too love) Berna’nın gözle görülür derecede durgunlaştığını fark eden Jin Ki, birdenbire onun elinden tutar! Meydan okur gibi Jung Woo’nun gözlerinin içine bakar:
“Evet… Hadi içeri girelim!”
Sonra şaşkın şaşkın onun ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışan Berna’yı çekiştirerek yürümeye başlar. Sun Yong ve Yoon Ah da sessizce onları takip ederler. Hepsinin neşesi kaçmıştır. Min Hee Jung Woo’yu da yine kolundan tutup yürütmek isteyince Jung Woo sert bir hareketle kolunun ondan kurtarır. Buz gibi bir sesle:
“İstediğin olduysa ben artık gitmek istiyorum!” der. Min Hee ise onun bu tavrına alınmış gibi görünmemektedir. Sakince:
“Hayır,” diye cevaplar. “Bu akşam bana verdiğin sözü, Berna’nın da iyice anlamasını istiyorum. O yüzden bu akşamı burada, arkadaşlarımızla geçireceğiz Oppa!”
Jung Woo dişlerini sıkar. Ama yapacağı bir şey yoktur. Sessizce, yürümeye başlamış olan Min Hee’yi takip eder.
Berna ve Jin Ki ise önden yürümüş, arkadakilerle mesafeyi epeyce açmışlardır. Sonunda Berna Jin Ki’nin elini bırakır. Gözleri yaşarmıştır.
“Onların gelmesini beklemiyordum…” diye itiraf eder. “Biz dördümüz oluruz, belki her şeyi unutur bir geceliğine mutlu olurum diye ummuştum…”
Jin Ki onun yüzündeki hüzne bakar, içi acır. Sonra yumuşak bir sesle:
“Onları boşver artık…” diye mırıldanır. “Biz bu akşamı birlikte geçirdiğimiz en güzel akşam yapalım, ne dersin?”
Berna gözlerini kaldırıp ona minnetle bakar. Hafifçe gülümser. Jin Ki de gülümsemektedir.
“Peki…” diye mırıldanır genç kız. Jin Ki’nin yüzündeki gülümseme daha da genişler:
“O halde, hadi bakalım: Şimdi eğlence zamanı!”
Berna’nın elini yine sımsıkı tutar, onu koşturmaya başlar.
İki gencin Sun Yong ve Yoon Ah’la birlikte lunaparktaki halka atma, tüfekle oyuncak ördekleri vurma yerlerinde eğlenmelerini izleriz. Sun Yong attığı atışların hiçbirini isabet ettiremezken Yoon Ah dörtte dört yapıp kocaman bir ayı kazanmıştır! Ayıyı Sun Yong’un kucağına tutuşturur, zavallı çocuk oyuncağın arkasında görünmez olur.
Berna ise gülerek onları izlemektedir. Kendisi de bir şey kazanamamıştır. Ama sıra Jin Ki’ye gelince genç çocuk dörtte üç yapar; sonra da oyuncak standında peluş oyuncaklardan birine işaret eder. Satıcı oyuncağı ona verdiğinde, bunun kestane renkli bir tilki oyuncağı olduğunu görürüz.
Jin Ki gülümseyerek oyuncağı Berna’ya uzatır. Berna’nın yüzünde mutlu bir ışık yanar sanki; kocaman bir tebessümle oyuncağı eline alır. Jin Ki’ye minnettar bir gülüşle bakar.
O sırada arkadan ikisini izleyen Jung Woo’nun hüzünlü yüzü girer ekrana. Hemen yanındaki Min Hee’nin kendisine baktığını hissedince başını çevirir, yürümeye devam eder.
Biraz sonra, önce Sun Yong ve Yoon Ah’ın, hemen onların arkasından da Jin Ki ve Berna’nın dönmedolaba binişlerini izleriz. Onlardan bir müddet sonra Jung Woo ve Min Hee de Min Hee’nin iteklemeleriyle bir başka kabine binerler.
Dört gencin birlikte bindikleri kabinde kızlar dolap yükseldikçe bildikleri yerleri neşeyle birbirlerine göstermektedirler:
“Bak Berna! Sizin okulun kampüsünü görebiliyorum!”
“Ah, şu kocaman bina da Seul Tower olmalı!”
“Evet, şurası da Gyeongbok sarayı… Aşkım, sen de gelip baksana!”
Yoon Ah böyle deyip Sun Yong’a döndüğü zaman zavallı çocuğun gözlerini sımsıkı kapayıp kabinin bir köşesine büzüldüğünü görürüz. Gözlerini açmadan:
“Aşkım, benim yükseklik korkum var amaaa!” diye mızıldanır. Yoon Ah derin derin içini çeker:
“Sun Yong… Bazen senin şövalyeliğinden şüpheye düşüyorum…”
Bu sırada Jung Woo ve Min Hee’nin kabininde Min Hee’nin neşeyle dışarıdaki manzaraya baktığını, Jung Woo’nunsa bir köşede dalgınca oturduğunu görürüz. Min Hee bir ara gözlerini camdan ayırıp ona bakar ve içindeki heves derhal söner. Geçip sıkıntıyla o da diğer köşeye oturur. Sonra usulca:
“Daha ne kadar böyle yapacaksın?” der Jung Woo’ya. “Sen sözünü böyle mi tutuyorsun??”
Jung Woo bakışlarını yerden ayırır, karşısındaki kıza diker. Bakışları hınçla doludur.
“Bunca şeyden sonra sana nasıl davranmamı bekliyorsun ki?? Sana açık açık söyledim: Ben Berna’yı seviyorum! Ve bu, ömrüm boyunca değişmeyecek! Sana söz verdiğim için sen istediğin sürece yanında olmaya devam edeceğim. –sözün burasında durur, başını çevirir- Ama seni asla onu sevdiğim gibi sevmeyeceğim Min Hee… Bunu böylece kabullensen iyi olur…”
Min Hee’nin gözlerinin hayalkırıklığı ile dolduğunu görürüz. Genç kız sadece yutkunur, hiçbir şey diyemez. Sonra o da başını camdan dışarı çevirir. İki genç, kabinin iki ayrı köşesinde zıt yönlere bakarken kamera uzaklaşarak kabini ve dönmedolabı dışarıdan çeker…
Sahne 10 (Lunapark) Az sonra hepsi dönmedolaptan inmiş, lunaparkta dolaşmaya devam etmektedirler. Sun Yong ve Yoon Ah bir roller coaster’a binmişlerdir; Yoon Ah neşeyle bağırırken Sun Yong korku dolu çığlıklar atmaktadır! 😀 Berna ve Jin Ki ise yükselerek dönen salıncaklara binmişlerdir. Berna arkasına döner, Jin Ki’ye gülümseyen gözlerle bakar:
“Gökyüzüne yükseliyor gibiyim! Harika bir duygu!”
“Seninle bir gün balona binelim!” diye bağırır Jin Ki de sesini duyurabilmek için. “Bütün şehri yukarıdan izleyelim! Tamam mı?”
“Tamam! Bu sözünü unutma!”
Berna yeniden önüne dönerken kamera onun rüzgarda uçuşan saçlarını, hüzünlü ama yine de gülümseyen yüzünü, ve arkasındaki salıncağın iplerine başını dayayıp onu sevgi dolu bakışlarla izleyen Jin Ki’yi gösterir.
“Unutmam…” diye mırıldanır Jin Ki.
Biraz sonra salıncaktan inmişlerdir. İkisinin de başı dönmektedir, yalpalayarak adım attıklarını fark eder ve gülüşürler. O sırada Berna ilerideki bir baloncuyu fark eder. Neşeyle:
“Ah, hadi balon alalım Jin Ki!” diye bağırır.
O sırada baloncunun uzaklaştığını görür ve yakalamak ister gibi koşturur. Ama hâlâ başı dönmektedir, ayakları birbirine dolanır, neredeyse düşecek gibi olur. Jin Ki onu son anda tutar. Sonra:
“Sen bekle,” der, “Ben balon alıp gelirim.”
Sonra koşturmaya başlar. Berna kenara, bir kaldırım taşının üzerine otururken arkasından bağırmaktadır: “Kırmızı renkli olsun! Duydun mu, kırmızı olsun!”
Jin Ki gülerek arkasını döner, OK işareti yapar. Berna gülümseyerek onu izlemeye devam eder.
Birden, yanıbaşında birinin dikildiğini fark eder. Şaşkınca başını çevirir.
Jung Woo, yüzünde büyük bir hüzünle ona bakmaktadır.
(Tearliner – we quit us) Berna başını hemen öbür tarafa çevirir, ayağa kalkıp gitmeye hazırlanır. Ama Jung Woo onun kolunu sıkıca tutar.
Berna derin bir nefes verir. Sonra gözlerini cesaretle Jung Woo’ya kaldırır, ona sıkıntılı ama kararlı bir biçimde bakar.
“Ne istiyorsun?”
“Bana zaman vermeni…” der Jung Woo kararlı bir sesle. “Bak Berna, henüz hiçbir şey bitmiş değil… Min Hee bana bugün konuştuklarınızı anlattı, o yüzden senin şu anda neden böyle davrandığını anlayabiliyorum… Ama ben Min Hee’yi ikna edebilirim, belki biraz zaman alacak, ama bunu yapabileceğimi biliyorum!”
Berna ona inanmaz gibi bakar. Sonra başını çevirip sinirli bir kahkaha atar. Tekrar Jung Woo’ya baktığında gözleri öfke ve acı doludur.
“Hayır Jung Woo, bunu yapamazsın!” diye bağırır. “Sen ona bir söz verdin! Sözünden dönemezsin! Üstelik… üstelik…”
Bir an durur, gözleri yaşarmıştır. Sonra hafifçe gülümser.
“Üstelik ben de Min Hee’ye bir söz verdim bugün… Onunla senin aranıza girmeyeceğime, artık senden uzak duracağıma dair söz verdim… Artık bu iş bitti Jung Woo… Lütfen ısrar edip her şeyi daha da zorlaştırma…”
Jung Woo ona inanmaz gözlerle bakar. Sonra birden, onun da gözlerine büyük bir öfke gelip yerleşir. Berna’nın kolunu sertçe sarsar:
“Bu kadar kolay mı?! Bu kadar kolayca vazgeçecek misin yani?!”
Aynı anda az ileride bir standdaki incik boncukları inceleyen Min Hee’nin Jung Woo’nun yokluğunu fark ettiğini, merakla çevresine bakındığını görürüz. Sonra, az ötede, Berna’nın kolunu tutmuş, onunla bir şeyler tartıştığı belli olan Jung Woo’yu görür. Genç kızın gözleri korkuyla irileşirken elindeki kolyeyi yere düşürür.
Jin Ki ise baloncuyu yakalamış, kırmızı renkli bir balonu alıp parasını ödemektedir. Gözlerini Berna’nın olduğu tarafa çevirince onun da gözleri korkuyla irileşir. Elindeki balonu falan unutup koşturmaya başlar. Balonun gökyüzüne doğru süzüldüğünü görürüz.
Berna ise kolunu Jung Woo’nun elinden sert bir silkinişle kurtarmış, öfke ve üzüntüyle bağırmaktadır:
“Evet bu kadar kolayca vazgeçeceğim! Çünkü ben Min Hee’yi çiğneyip geçemem! Onun hayatı boyunca benden nefret etmesine, beni bir hain olarak görmesine dayanamam! Ona bunu yaparsak bir daha asla mutlu olamayız Jung Woo, hayatımız boyunca bu günah peşimizi bırakmaz, gerçekten anlamıyor musun?? Bu kadar bencil misin gerçekten??”
Jung Woo bir an duraklar. Ama hemen sonra o da öfkeyle bağırmaya başlar:
“Evet bencilim! Çünkü mutlu olmak istiyorum! Seninle mutlu olmak istiyorum! Senden başkasıyla mutlu olamam Berna, sen de mutlu olamazsın. Evet, belki Min Hee’ye büyük acılar vereceğiz. Ama üçümüzün birden mutsuz olması daha kötü değil mi??”
“Hayır, değil! Çünkü biz mutsuz olmayı hak ettik!” diye bağırır Berna da. Sonra duraklar. Gözlerinden yağmur gibi yaşlar inmektedir. Titreyen bir sesle: “Min Hee’ye rağmen sana âşık olduğum için mutsuz olmayı hak ettim ben…” diye mırıldanır. “O yüzden, lütfen daha fazla zorlama… Bırak peşimi…”
Böyle der ve koşmaya başlar. Jung Woo olduğu yerde donmuş gibi kalakalmıştır.
Berna ağlayarak koşarken Jin Ki’nin yanından geçer. Jin Ki: “Berna! Bekle, bekle beni!” dese de Berna durmaz, koşmaya devam eder.
Jung Woo ise taşlaşmış bir yüzle birkaç saniye hiç kıpırdamadan durur. Berna’nın son sözleri beyninde yankılanmaktadır: “Daha fazla zorlama… Bırak peşimi…”
Birdenbire ellerini yüzüne kapatır, olduğu yere çöker, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.
Min Hee, onun birkaç metre ötesinde durmuş, gözlerinden süzülen yaşlar ve yüzündeki büyük acıyla bu sahneyi izlemektedir…
Sahne 11 (Lunapark) Berna koşar, koşar… Sonunda parkın kuytu, karanlık bir köşesinde koştururken ayağı takılır, yere kapaklanır.
Genç kız, acıyla yerinde doğrulur. Dizi kanamaktadır.
(You and I) Birden, hemen başucunda bir karaltı görür. Bir çift kol, onu şefkatle kucaklar, karanlıktan çıkarıp sokak lambalarının aydınlattığı bir köşeye kadar kucağında taşır. Sonra, oracıktaki bir banka nazikçe oturtur. Jin Ki’dir bu.
Genç adam, Berna’nın önünde diz çöker. Cebinden bir kağıt mendil kutusu çıkarır, içinden bir mendil alıp Berna’nın dizindeki kanı şefkatli bir biçimde temizler.
Berna ona minnet dolu gözlerle bakmaktadır. Usulca:
“Teşekkür ederim…” diye mırıldanır.
Jin Ki hiçbir şey söylemeden bir kağıt mendil daha alır, Berna’nın yüzündeki gözyaşı izlerini usulca silmeye başlar.
Birden Berna onun elini tutar. Jin Ki put gibi kalakalır. Nefesi kesilmiştir.
Berna usulca onun elindeki mendili alır. Kendi yüzünü kendisi siler. Jin Ki hafif bir hayalkırıklığı ile gülümser. Sonra geçip bankta onun yanındaki boş yere oturur.
Bir süre sessizce otururlar. Sonra Berna:
“Bir şey sormayacak mısın?” diye mırıldanır.
Jin Ki derin derin içini çeker. Sonra, yüzünde acı dolu bir gülümsemeyle Berna’ya çevirir bakışlarını.
“Sormaya korkuyorum…” diye mırıldanır. “Çektiğin acının ne kadar büyük olduğunu göreceğim diye korkuyorum…”
Berna dudakları titreyerek bakar ona. Jin Ki’nin yüzündeki hüznü görünce içi acır. Gözleri yeniden dolmaya başlamıştır.
Başını çevirip gözlerini gökyüzündeki yıldızlara diker. Hafif bir sesle:
“Geçecek…” diye mırıldanır. “İyi olacağım…”
Jin Ki de başını kaldırır. Yıldızlara bakar. Derin derin iç çeker.
“Evet…” diye mırıldanır. “İyi olacaksın Berna…”
Sonra Berna’ya bakar. Yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardır. Yavaşça konuşmaya başlar:
“Kendi yıldızına döndüğün zaman bütün acıların geçecek… Burada geçirdiğin günleri anımsayıp güleceksin.
Ve ben, bense yıldızlara bakıp gülümseyeceğim. Neden biliyor musun Berna? Çünkü insan bir çiçeği seviyorsa, ve milyonlarca yıldız üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tane varsa, yıldızlara bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter… Çünkü insan kendi kendine, “işte benim çiçeğim oralarda bir yerde” diyebilir…”
Jin Ki bir kez daha, yüreğindeki bütün sevgiyle Berna’ya bakar. Gözbebekleri titremektedir.
“Çünkü benim çiçeğim de o yıldızların birinde olacak…”
Berna hüzünle gülümser. Başını çevirip arkadaşına bakamamıştır. Ne diyeceğini bilemez haldedir. Jin Ki ise yüreğindeki duygulara daha fazla hakim olamamaktadır. Usulca:
“Berna…” diye fısıldar. “Bak, eğer istersen… Yani, eğer istersen…”
Berna birden elini uzatır. Onun dudaklarının üzerine koyar. Jin Ki şaşkınca duraklar.
Berna hüzünle gülümsemektedir. Titreyen bir sesle:
“Lütfen devam etme…” diye fısıldar. “Lütfen…”
Sonra içini çeker. Bir defa daha gülümser. Cesaretle Jin Ki’nin gözlerinin içine diker gözlerini:
“Ve geceleri gökyüzüne bakarsın,” diye mırıldanır, “Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin… Hepsi senin dostların olacak. Hem, sana bir armağan vereceğim…”
Jin Ki’nin gözleri hayretle açılır. Kendisinin Küçük Prens’ten yaptığı alıntı gibi, şimdi Berna da aynı kitaptan ezbere bir pasaj okumaktadır:
“Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak… Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!”
Jin Ki hafifçe gülümser. Uzanıp Berna’nın kendi dudakları üzerindeki elini tutar. Berna da gülümsemektedir. İpek gibi yumuşacık bir sesle devam eder:
“Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak seni mutlu edecek… Dostum olarak kalacaksın… Benimle gülmek isteyeceksin… Bunun için de arada bir pencereni açacaksın… Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! onlara ‘Yıldızlar hep güldürür beni!’ diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler.”
Ve hafifçe gülerek, sözünü tamamlar:
“Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun…”
Jin Ki de gülümser. Berna’nın kendi avcundaki narin elini sevgiyle sıkar.
İki çocuk uzun süre öylece otururlar…
Sahne 12 (Çeşitli mekânlar) Jin Ki’yi bir cafeden içeri girerken görürüz. Yüzünde ciddi bir ifade vardır. Geçip bir masaya, birinin karşısına oturur.
“Geldim işte,” der huysuz bir sesle. “Evet, konuş bakalım…”
O sırada, karşısında oturmakta olan kişiyi görürüz. Yüzünde dokunaklı bir ifade olan bu orta yaşlı bayan, Jin Ki’nin annesidir.
Aynı anda Yoon Ah, bir spor salonunun tribünlerinde huzursuzca birilerini beklemekte, sağına soluna bakınmaktadır. Birden, beklediği kişiyi görür ve yüzüne yerleşiveren neşeyle el sallamaya başlar. İleride, tribünlerin en alt basamağında, sırtında bir sırt çantasıyla koştura koştura ilerlerken bir yandan da Yoon Ah’a el sallayan Berna’yı görürüz.
Jin Ki ve annesine geri döneriz. Eun Kyong, çekingen ve duygulu bir sesle:
“Buraya geldiğin için çok teşekkür ederim,” diye söze başlar. “Bu an’ı ne kadar hayal ettiğimi bilemezsin…”
Jin Ki dudak büker. İfadesiz bir sesle:
“Çok sevdiğim bir arkadaşım ısrar etti. Onu kıramadım…” diye yanıtlar.
Bu sırada Berna Yoon Ah’ın yanına ulaşmıştır. Yoon Ah heyecanla:
“Ben istediğin gibi hoparlörü getirdim Berna-sshi,” diye atılır, “Sen de afişi hazırladıysan Sun Yong’a unutamayacağı bir tezahürat yapacağız demektir!”
“Tabii ki hazırladım, hiç ihmal eder miyim??” diye atılır Berna ve sırt çantasını işaret eder. Yoon Ah sevinçle onun ellerine yapışır, heyecanla:
“Yaşasın! Süper olacak!” diye kıkırdarken Berna da: “Eh, olsun o kadar, şampiyonluk maçı bu! Güven bana Yoon Ah, Sun Yong’umuz bu hazırlıkları gördükten sonra o kadar gaza gelecek ki, süpermen gücüyle oynayacak!”
Bu sırada Eun Kyong, Jin Ki’ye yüzünde hafif bir gülümsemeyle bakar:
“Bu bahsettiğin arkadaş… Galiba ben de onu tanıyorum… öyle değil mi?”
Jin Ki bir an susar. Annesi merakla onun yüzüne bakmaktadır. Sonra oğlunu kızdırmaktan çekinerek hafif bir sesle:
“Eğer aynı kişiden bahsediyorsak… çok sevimli bir genç bayan olduğunu söylemem gerek…” diye konuşur.
Jin Ki’nin konuşmanın başından beri ilk kez yüz ifadesinin gevşediğini görürüz. Genç adam dalgınca:
“Öyledir…” diye mırıldanır. “Çok sevimlidir… Çok güzeldir…”
Sonra gözleri ileride bir yere dalar. Belli ki gözlerinin önüne Berna’nın hayali gelmiştir. Yüzüne hafif bir tebessüm düşer. Dalgınca:
“O bir tanedir…” diye mırıldanır. “Kimselere benzemez… Bambaşka bir yıldızdan gelmiş gibidir. Bambaşka bir gezegene ait gibi…
(Aynı anda Sun Yong ve takımının sahaya çıkışını izleriz. Yoon Ah ve Berna heyecanla el çırparak tezahürat etmektedirler.)
(Jin Ki ise yüzünde dalgın bir tebessümle konuşmaya devam etmektedir)
Dünyaya düşen bir melek gibi girdi hayatımıza… Hepimize yardım etti. Hepimizin renksiz, gri hayatını renklendirdi…
(Sun Yong’un gözlerinin tribünlerde kendilerini aradığını fark edince, Berna çantasından çıkardığı kocaman bir afişi oturduğu tribün koltuğundan sallandırıverir: Afişte: “Sun Yong, sen en iyisisin, şampiyonluğu getir bize! AJA AJA FIGHTING!” yazmaktadır. Aynı anda Yoon Ah da hoparlörden: “Oppaaa! Seni seviyorum! Hadi göster şunlara günleriniiiiii!” diye bağırır. Sun Yong’cuğun bütün bunları görünce sevinçten gözleri ışıldar. Yüzüne koskocaman bir gülümseme yayılır.)
(Jin Ki içini çeker. Gözleri dolmuştur. Titreyen bir sesle:)
Yakında çekip gidecek… Ama bana o kadar güzel anılar bıraktı ki, hayatım boyunca aklımdan ve yüreğimden silinmeyecek…
(Sun Yong’un birbiri ardına bastığı smaçları, tribünde neşeyle birbirine sarılan Berna ve Yoon Ah’ı izleriz. Kamera Berna’nın neşe dolu yüzüne odaklanır.)
Jin Ki birdenbire uykudan uyanır gibi dalgınlığından sıyrılır. Karşısında, kendisini yüzünde anlayışlı bir gülümsemeyle dinleyen annesine hayretle bakar. Annesi duygulanmış bir halde:
“Benim küçük oğlumun büyüyüp âşık olduğunu bilmiyordum…” diye fısıldar. Jin Ki bir an sessizce durur. Sonra hüzünle:
“Evet…” diye mırıldanır… “âşık oldum… Aşık oldum ben anne…”
Eun Kyong’un gözleri irileşir, dudakları titremeye başlar. O kadar duygulanmıştır ki, bir an hiçbir şey diyemez. Jin Ki, ona ilk defa anne diye hitap etmiştir.
Sonra yüzüne anlayışlı bir gülümseme düşer. Sevgiyle: “oğlum…” diye mırıldanır. Sonra, biraz çekingence, elini Jin Ki’nin yüzüne uzatır. Jin Ki, annesi yanağını okşarken sesini çıkarmaz. Dalgın, çocuksu bir yüzle öylece durur…
Bu sırada Sun Yong’un takımı, gerçekten de maçı almayı başarmıştır! Son sayının da alınması ve hakemin düdüğü ile Yoon Ah sahaya koşturur, Sun Yong’un boynuna atılır! Berna onları yüzünde sevinçli bir gülümsemeyle izlemektedir.
Sahne 13 (cafe) Min Hee bir cafede oturmakta, sıkıntıyla beklemektedir. Birden, cafenin kapısı açılır. Jung Woo, asık bir yüzle içeri girer. Min Hee çekingence onun yaklaşmasını izler.
Jung Woo masaya gelince:
“Oturmayacağım,” der. “Sana, iki haftalığına Çin’e gideceğimi söylemek için geldim. Resmi bir heyetle birlikte gidiyorum. Benden haber alamazsan merak etme…”
Min Hee dudakları titreyerek bakar ona. Yavaşça:
“Bunu, Berna’yla artık aynı evde kalmanı istemediğim için mi yaptın?” diye sorar.
“Bunu senin için yapmadım,” der Jung Woo acımasızca. “Fakat…” durur, derin bir nefes alır. “Artık Berna’yla aynı evde kalmak benim için de mümkün değildi… Onunla hem bu kadar yakın olup hem de aramızda aşılamaz mesafelerin olmasına dayanamazdım…”
Min Hee gözlerine dolan yaşları geri göndermek için yutkunur. Hüzünle gülümser:
“Ve sen de, her şeyden kaçmayı seçtin…” diye mırıldanır. “Berna’yla birlikte olamayacağın için beni de cezalandırmak istiyorsun… Benden de uzak duruyorsun… Öyle mi Jung Woo?”
Jung Woo bir şey demez, öylece susar. Sonra:
“Her neyse…” diye mırıldanır. “Çin’deyken seni aramamı bekleme… Merak da etme… İki hafta sonra döneceğim nasolsa…”
Sonra arkasını döner, cafeden çıkıp gider. Min Hee gözlerinde yaşlarla kalakalmıştır. Hüzünle gülümser.
“İki hafta sonra… Berna’nın gideceği gün…”
Sahne 14 (çeşitli mekanlar) (Feel Alright) Günler geçmektedir. Berna’yı Sun Yong ve Jin Ki’yle yemek masasında, TV karşısında görürüz. Sokaklarda Jin Ki, kendisi, Sun Yong ve Yoon Ah hep birlikte dolaşırlar. Genç kız hep neşelidir.
Ama arada bir, evde, Jung Woo’nun portmantoda asılı duran montunu yavaşça okşarken, ya da salonun bir köşesinde duran kitabını sanki ondan bir iz bulacakmış gibi dalgınca karıştırırken görürüz Berna’yı. Yüzünde gizlenemeyecek bir hüzün vardır böyle anlarda.
Jin Ki ise bir köşeden, onun bu hallerini, kendi yüzündeki büyük üzüntüyle izlemektedir.
Sahne 15 (Kampüs) Min Hee kampüste çimenler üzerinde oturmuş, elindeki bir papatyaya bakıp boş boş düşünmekte, farkında olmadan elindeki çiçeğin yapraklarını yolmaktadır. Birden birisi:
“Sevgilin seviyor mu sevmiyor mu diye fal mı bakıyorsun?” der neşeyle.
Min Hee şaşkınca başını kaldırınca Mert’i görür. Mert teklifsizce gelir, onun yanına oturur. Min Hee’nin yüzüne hüzünlü bir tebessüm düşer.
“Hayır, fal bakmıyordum…” diye mırıldanır. “Cevabı zaten biliyorum…”
Sonra yüzündeki gülümseme kaybolur. Mert onun yarasına dokunduğunu anlamıştır. Bir an saygıyla susar. Sonra:
“Seni ne zamandır göremiyordum,” diye söze başlar. “Halbuki birlikte Seul’ü gezeceğimize söz vermiştiniz. Sen ve Berna…”
Min Hee’nin yüzünde belirmeye başlayan gülümseme, Berna’nın ismini duymasıyla birlikte kaybolur. Genç kız buz kesmiş gibi bakışlarını kaçırır, başını öne eğer.
Mert az çok neler olduğunu anlamıştır. Usulca:
“Sen… iyisin, değil mi Min Hee?” diye sorar. “Bir sorun yok, öyle değil mi?”
Min Hee beceriksizce gülümsemeye çabalar. Sonra yüzündeki gülümseme silinirken içini çeker,
“Bazı… şeyler oldu…”diye mırıldanır.
Mert derin bir nefes alır. Yüzüne anlayışlı bir ifade gelir. Sonra yumuşak bir sesle:
“Eğer anlatmak istersen ben dinlerim,” diye mırıldanır. “Bazen içini dökmek insana iyi gelir…”
Min Hee burukça gülümser. Omuz silker:
“Bunu anlattıkça daha iyi hissedeceğimi hiç zannetmiyorum… Hatta muhtemelen kendimi daha kötü hissedeceğim. Kendimi kötü biri gibi hissedeceğim hatta!”
Sonra durur, Mert’e döner. Gözlerinde acıklı bir bakış vardır.
“Oysa ki benim tek istediğim mutlu olmaktı Mert! Bu beni kötü bir insan mı yapar, söylesene??”
Mert ona hüzünle bakar. Tatlılaştırdığı bir sesle:
“Hayır, elbette yapmaz,” diye mırıldanır. “Ama… –Min Hee’nin gözlerinin içine bakar- ama mutlu olmak için hayatta binlerce yol vardır Min Hee… Üstelik bunlardan pek çoğu, başka insanların mutsuzluğu pahasına olmayanlardır…”
Min Hee’nin gözleri birden hayretle açılır. Hızla başını çevirir. Yüzüne yenik bir ifade düşer.
“Biliyorsun!…” diye mırıldanır.
Mert’se içini çeker.
“Sadece tahmin ediyorum… Ve bunun ne kadar zor bir durum olduğunu anlayabiliyorum… Eğer içinizden birisi kötü bir insan olsaydı, belki bu durum her biriniz için bu kadar zor, bu kadar acı verici olmayacaktı… Ama hepiniz birbiriniz adına üzüldüğünüz için acı çekiyorsunuz Min Hee…”
Sonra durur, Min Hee’nin gözlerinin içine bakar. Hafifçe gülümser.
“Kendine sadece şunu sor: Beni sevmeyen bir insanı yanımda tutup mutsuz olmak ve mutsuz etmek yerine, gitmesine izin verip kendimi de özgür bırakırsam daha iyi olmaz mı?”
Min Hee artık dayanamaz. Ellerini yüzüne kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.
Mert anlayışlı bir tavırla elini onun omzuna koyar. Min Hee küçük bir çocuk gibi arkadaşının göğsüne sokulur. Mert üzüntüyle onun sırtını okşarken hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam eder…
Sahne 16 (Tiyatro salonu) Jin Ki kuliste Demetrius kostümü içinde diğer oyuncularla birlikte son hazırlıklarını yapmaktadır. Birden kulis görevlisi bayan içeri girer, Jin Ki’nin kulağına bir şeyler fısıldar. Jin Ki heyecanla yerinden kalkar, koşturarak dışarı çıkar. Kulise açılan koridorda, duvara dayanmış halde Berna beklemektedir.
(Everything) Jin Ki gözlerinde saklayamadığı bir heyecanla ona yaklaşınca Berna başını kaldırıp gülümser.
“Oyundan önce seni görüp başarılar dilemek istedim,” der sevimlice. O sırada anaç gözlerinden Jin Ki’nin yakasının yamuk durduğu kaçmaz; uzanıp Jin Ki’nin yakasını düzeltir. Jin Ki sessizce, hiçbir şey diyemeden onu izler. Sonra yavaşça başını eğer, yüzünden bir gülümseme geçer. Soylulara özgü bir reveransla pelerinini tutarak eğilir:
“Sizin bu ziyaretiniz beni ziyadesiyle mutlu etti soylu matmazel,” der teatral bir sesle. “Fakat ufak bir buseniz benim için en büyük şans tılsımı olacaktır. Sizden bu büyük fedakarlığı isteyebilir miyim?”
Berna karşısında eğilen genç adama bir an şaşkınca bakar. Ama sonra, onun da yüzüne tatlı bir tebessüm düşer. Yarı utanmış, yarı muzip sevimlice güler:
“Pekala… Gözlerinizi kapayın asil lord…”
Jin Ki yavaşça doğrulur, gözlerini kapatır. Berna ona doğru eğilir. Genç adamın yanağına ufak bir öpücük kondurur.
“İşte… Umarım bu size dünyanın bütün şansını getirir…”
Sonra gülerek:
“Artık gitmem lâzım… Oyun nerdeyse başlayacak, gidip tiyatro salonundaki yerime oturmalıyım! Başarılar Jin Ki!”
Der ve el sallayarak koşarak uzaklaşır.
Jin Ki ise onun arkasından duygulanmış, hafif hüzünlü bir gülümsemeyle bakar. Elini yanağına götürür. Kendi kendine mırıldanır.
“Korkudan sahnede eli ayağına dolaşıp,
Rolünü şaşıran kötü bir oyuncu misali;
Unutuyorum, kendime güvenim olmadığından mutlaka,
Tam olarak söylemeyi aşk oyununun sözlerini;
Ve aşkımın yükü öylesine ağır geliyor ki bana,
Kendi aşkımın gücü karşısında eziliyorum sanki…” (Shakespeare, sone 23)
Sahne 17 (Tiyatro salonu, çeşitli mekânlar) Tiyatro oyunu başlamıştır. Jin Ki’nin sırası geldiğinde genç adamın büyük bir profesyonellikle sahneye çıkıp rolünü oynadığını görürüz. Hocaları onu yüzlerinde takdir dolu bir ifadeyle izlemektedirler. Berna ise seyirciler arasındaki yerinden onu büyük bir gururla seyretmektedir.
Aynı anda Min Hee’nin bir parkta tek başına dolaşması gelir ekrana. Genç kız yüzünde büyük bir hüzünle yürümektedir. Tiyatro sahnesine geri döndüğümüzde, Helena rolünü oynayan aktrisin replikleri, tam da onun ruh halini özetler gibidir (bu replikler söylenirken görüntüye Min Hee’nin hüzünlü görüntüsü gelir.)
Kimi insanlar ne mutlu olabiliyor!
Atina’da kime sorsanız, ben de onun kadar güzelim.
Ama ne önemi var, Demetrius öyle düşünmüyor ya!
Ondan başka herkesin bildiğini bilmek istemiyor.
Hermia’nın gözlerine taparken o nasıl yanılıyorsa,
Onun her şeyini beğenirken ben de öyle yanılıyorum.
Sıradan, çirkin, çarpık şeyleri bile
Aşk değiştirebilir, biçimli, değerli kılabilir.
Aşk gördüğünü gözleriyle değil, hayaliyle görür.
Kanatlı Cupid resimlerde işte bu yüzden kördür.
Durup düşünme nedir, hiç bilmez aşk,
Kanadı var, gözü yoktur; bakmadan uçar gider.
Aşk bir çocuktur derler ya, nedeni budur işte,
Öyle çok yanılır ki yaptığı seçimlerde.
Oyun oynayan çocukların ettiği yeminler gibi,
Aşk uğruna yalan yere yeminler edilir her yerde;
Demetrius da Hermia’nın gözlerine bakmadan önce
Dolu gibi yeminler yağdırmıştı, yalnız seninim diye.
Ama Hermia’nın sıcaklığıyla çözülüverdi dolu taneleri,
Yeminler sağanak oldu, eriyip gidiverdi…”
Bir başka sahnede ise Demetrius, Lysander’a şöyle seslenmektedir:
“Lysander! Ses ver!
Koştun, korkaksın, demek ki kaçtın!
Konuş! Bir çalıya mı? Nereye saklandın?”
Bu defa Beijing’de bir otel penceresinden dalgın dalgın dışarıyı izleyen Jung Woo gelir görüntüye…
Derken, oyunun sonunda, Demetrius asıl sevdiğinin Hermia değil Helena olduğunu anlar. Oyun boyunca rakibi olarak gördüğü Lysander’a Hermia’yı teslim ederken dudaklarından şu replikler dökülür:
“Lysander, Hermia’yı al, bendeki aşk bitti,
Eğer onu sevdiysem bile bu aşk yok oldu gitti…
Kalbim onu bir süre misafir etti
Ama şimdi Helen’e ricat etti, asıl sahibine;
Ve kalacak böylece…”
Bu replikleri söylerken Jin Ki’nin aklından Jung Woo’yu yumrukladığı sahneler geçer. Hafifçe gülümser kendi kendine.
Nihayet, Puck isimli perinin monologu ile kapanır oyun:
“Eğer biz gölgeler sürç-i lisan ettikse
Şöyle düşünün – ve her şey düzelsin-
Ki rüyaya daldınız şu köşecikte…”
Bu tiratla birlikte sahne kapanır, seyirciler alkışlamaya başlarlar. Berna’nın ise yüzünde hem oyundan çok keyif aldığını gösteren eğlenmiş bir ifade, hem de hafif bir hüzün vardır…
“Rüyaya daldınız şu köşecikte…” diye tekrarlar kendi kendine… Her şeyin rüya olmasına çok az vakti kalmıştır…
Sahne 18 (Ev) Berna’nın gideceği gün… Genç kız, valizlerini kapatır. Sonra hüzünlü gözlerle bir defa daha çevresine bakınır. Beş ay geçirdiği odasının duvarlarını buruk bir tebessümle inceler.
O sırada kapısı çalınır. Jin Ki başını uzatır:
“Berna… Hazır mısın?”
Berna ona bakar, hafifçe gülümseyip başını sallar: “Hazırım… Haydi gidelim…”
Sahne 19 (Havaalanı) Jung Woo’nun Ku Jon San ve beraberindeki pek çok adamla birlikte yolcu çıkış kapısından çıktığını görürüz. Jung Woo bir an, giden uçuşlar panosundaki İstanbul uçağına hüzünle bakar. Uçağın kalkmasına iki saatten az kalmıştır.
Sonra, başını çevirip yürümeye başlar. Birdenbire, arkasından gelen sesle irkilir.
“Oppa!”
Döndüğü zaman Min Hee’yi onu beklerken bulur. Önünde ilerleyen devlet adamlarına bakar. Hiçbiri bu stajyer gençle ilgileniyor gibi görünmemektedir. Bunun üzerine Jung Woo Min Hee’nin yanına gider. Hiçbir şey demeden genç kızın karşısında durur.
“Hoşgeldin…” der Min Hee çekingen bir tebessümle.
“Beni karşılamaya gelmene hiç gerek yoktu,” der Jung Woo soğuk bir sesle.
Min Hee yavaşça başını önüne eğer. Sonra hüzünle:
“Seninle bir şey konuşmak istiyorum,” der. “Çok geç olmadan bunu yapmak istedim. Biliyorsun, Berna’nın uçağı iki saat sonra kalkıyor… Eğer seni burada beklemeseydim her şey için çok geç kalabilirdik…”
Jung Woo birden kaşlarını çatar. Merak ve heyecanla:
“Ne demek istiyorsun?” diye sorar. “Ne için geç kalacakmışız?!”
Min Hee hüzünle gülümser.
“Seni… özgür bıraktığımı söylemek için… Ve elbette kendimi de…”
Jung Woo’nun gözleri hayretle açılır. Heyecanla Min Hee’nin kollarından tutar.
“Min Hee! Şaka yapmıyorsun değil mi?? Yani demek istiyorsun ki…”
“Evet,” diye gözlerini kaldırıp onun gözlerinin içine bakar Min Hee. Yüzünde kederli, ama vicdanı rahatlamış olanlara özgü bir tebessüm vardır. Hafif bir sesle:
“Artık bana verdiğin söz için üzülmene gerek yok,” diye konuşur. “İstediğin yere gitmekte seni özgür bırakıyorum… Artık… –yutkunur, sonra kırık bir sesle devam eder- artık, Berna’ya gidebilirsin…”
Sonra hüzünle güler:
“Ve acele etmelisin: Uçağa binmesine çok fazla vakit kalmadı… O gitmeden önce onu yakalayıp dediklerimi ona anlatman gerek…”
Jung Woo’nun yüzüne güneş doğar sanki. Şaşkın, ama sevinçli bir gülümseme yerleşir yüzüne.
“Min Hee…” diye mırıldanır. “Ben… ben sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum…”
Min Hee burukça gülümser. Sonra çantasından ufak bir zarf çıkarır:
“Bunu Berna’ya ver,” der. “Ona tüm bunları anlatan bir mektup yazdım. Ona veda etmeye gitmeyeceğim. Sen bu mektubu verirsin…”
“Ama neden?? Gel birlikte gidelim, onunla son bir defa vedalaş… Ona her şeyi yüz yüze söyle,” der Jung Woo heyecanla. Min Hee yine burukça gülümser. Başını yere çevirir.
“Ben… ben ikinizi birlikte görürsem kararımı değiştirmekten korkuyorum… O yüzden… o yüzden affet ama ben vedalaşmaya gelmeyeceğim…”
Jung Woo yutkunur, bir şey diyemez. Yavaşça, genç kızın uzattığı zarfı alır. Sonra birdenbire, hâlâ iki eliyle kollarından tuttuğu genç kızı sertçe göğsüne bastırır! Bir yandan da:
“Teşekkür ederim..” diye mırıldanmaktadır. “Min Hee, çok, çok teşekkür ederim!”
Sonra, Min Hee’yi bırakır. Ona gülümseyerek bakar. Hâlâ genç kıza bakarken yavaş yavaş yürümeye başlar. Sonra, arkasını döner ve yolcu giriş kapısına doğru koşturur.
Min Hee onu yüzünde buruk bir tebessümle izlemektedir.
“Güle güle Oppa…” diye mırıldanır. “Umarım çok mutlu olursun…”
Gözlerinden birer damla yaş süzülür…
Sahne 20 (havaalanı) Jung Woo’nun üzerindeki takım elbiseye, elindeki valize aldırmadan havaalanının gıcır gıcır koridorlarında tüm gücüyle koştuğunu görürüz. Giden uçuşları gösteren bir panonun önünde duraklar; panoda “Seul-İstanbul, terminal A, counter open” yazmaktadır. Jung Woo gözleriyle terminal A’yı gösteren işaretleri araştırır; o yöne doğru koşmaya başlar.
Fakat henüz kendi indiği terminalden bile çıkamamıştır ki, takım elbiseli, gözlerinde güneş gözlükleri, kulaklarında bluetooth olan iki adam karşısına dikilir. Jung Woo hayretle onlara bakıp duraklar.
Sahne 21 (havaalanı) Berna ise check-in yaptırmış, pasaport kontrolünden geçmeden önce arkadaşlarıyla vedalaşmak üzere yolcu uğurlama salonuna geri dönmüştür. Sun Yong-Yoon Ah, Jin Ki ve Mert ona havaalanına kadar eşlik etmişlerdir. Yoon Ah hüzünle:
“Seni çok özleyeceğiz Berna,” deyip Berna’nın boynuna sarılır. Berna da onu sıkıca kucaklar.
“Ben de sizi…” diye mırıldanır. Sonra gülerek Sun Yong’u işaret eder: “Şövalyene iyi bak, tamam mı Yoon Ah? Onu şövalyen yapmak için az uğraşmadık!”
“Sen hiç merak etme,” diye güler genç kız. Sun Yong ise ağlamaklıdır. Berna’ya sarılırken:
“Berna-sshi! Her şey için çok ama çok teşekkürler,” der hıçkırır gibi. Sonra çocuk gibi dudaklarını sarkıtır: “Ama bize şimdi kim imambayıldı pişirecek??”
Yoon Ah ona şakacıktan kızarak: “Zavallı Berna sana annelik yapmaktan kurtulduğu için kendini şanslı hissediyor olmalı!” der ve içini çeker: “Şimdi bu görev benim üzerime kaldı, iyi mi…”
“Aşkım çok kötüsün amaaa…” der Sun Yong gene çocuksu bir somurtmayla. Sonra Yoon Ah’ı tuttuğu gibi kucaklayıverir: “Bir daha söyle kolaysa! Hadi söyle!” Yoon Ah hem gülüp hem çığlık atarak:
“Tamam tamam, bırak beni!” diye çırpınırken diğerleri de bu sahneyi gülerek izlemektedir.
O sırada Mert öne çıkar, Berna’ya sarılırken:
“İyi yolculuklar sevgili hemşerim!” der. “Bundan sonra Türkiye’de görüşürüz, öyle değil mi?”
“Evet,” diye gülümser Berna. “Bu sefer de ben sana İstanbul’da rehberlik ederim.”
“Harika olur çünkü İstanbul’u çoktan unuttum bile,” diye güler Mert. Sonra ciddileşerek Berna’nın gözlerinin içine bakar, sevgiyle onun omzunu sıkar: “Kendine iyi bak…”
“Sen de…” der Berna ve Jin Ki’ye döner.
(Give my love) Jin Ki’nin yüzünde ciddi, çok hüzünlü bir ifade vardır. Berna’nın ona baktığını görünce kendini gülümsemeye zorlar.
“Vaov…” der yapmacık bir neşeyle. “Demek gerçekten gidiyorsun…” Sonra hafifçe güler. “Galiba bu günün geleceğine aslında hiç inanmamışım…”
Berna bir an susar. Sonra yavaşça:
“Her şeyin bir sonu var çingu…” der. Sonra, gülümsemeye çabalar: “Benim Kore maceram da buraya kadarmış işte…”
İki çocuk bir an karşılıklı olarak öylece dikilirler. Sonra birden, Jin Ki Berna’ya doğru atılır, büyük bir sevgiyle sıkıca kucaklar genç kızı. Başını onun omzuna gömer, gözlerini sıkı sıkı yumar.
“İyi ol, tamam mı Berna??” diye mırıldanır hıçkırır gibi. “Seni… Seni çok sevdiğimizi asla unutma!”
Berna’nın da dudakları titremektedir. O da Jin Ki’nin belinden dolaştırdığı ellerini kenetler, sıkıca sarılır arkadaşına. Gözlerinden yaşlar süzülürken:
“Unutmam Jin Ki…” diye mırıldanır. “Sizinle ilgili hiçbir şeyi unutmayacağım…”
Sonra kendini geriye çeker, gözlerinde parıldayan yaşlarla Jin Ki’nin gözlerinin içine bakıp gülümser:
“Küçük tilkimi nasıl unutabilirim ki zaten?”
Bu laf üzerine Jin Ki’nin yüzüne kocaman bir gülümseme yayılır. Sonra burukça:
“Seninle şehre tepeden bakacaktık… Balonla dolaşacaktık… Onu bile yapamadık…” diye mırıldanır. Berna heyecanla:
“Seul’e bir sonraki gelişimde yaparız! Bu son değil ya! Nasıl olsa bir gün yeniden görüşeceğiz!” diye bağırır. Sonra diğer arkadaşlarına da bakar: “Yeniden görüşeceğiz! Bundan eminim! O zamana kadar kendinize iyi bakın, tamam mı??”
“Sen de öyleee!” diye bağırır Sun Yong ve Yoon Ah aynı anda. Mert göz kırpar. Sonra Berna, yavaşça Jin Ki’nin elini bırakır, yerde duran el valizini alır, arkadaşlarına el sallar:
“Hoşçakalın!”
“İyi yolculuklar!”
“Güle güle!”
Arkadaşları tarafından buruk, ama neşeli tezahüratlar, el sallamalar arasında uğurlanan genç kız, pasaport geçişine doğru ilerlemeye başlar. Sonra, tam orta yolda durup bir defa daha onlara bakar: Yoon Ah ve Sun Yong el eledir. İkisi de çocuksu yüzlerinde sevimli bir ifadeyle, bütün güçleriyle el sallamaktadırlar. Mert, bir eli cebinde, gülümseyerek onu izlemektedir. Jin Ki ise… Jin Ki’nin gözleri dolmuştur. O kadar ki, iki damla yanaklarına düşüverir. Genç adam Berna’nın görmesini istemez gibi çabucak bir hareketle onları siler, sonra gülümseyerek OK işareti yapar.
“Hadiii! Hadi git artık, yoksa uçağı kaçıracaksın!” diye bağırır yapay bir neşeyle.
Berna son bir kez bu tabloya bakıp hüzünle gülümser. Sonra, gözleri dalgınca çevreyi araştırır. Ne Jung Woo, ne de Min Hee görünmemektedir.
İçini çeker, geriye dönüp yavaş adımlarla pasaporta doğru yürümeye başlar…
Sahne 22 (Havaalanı çıkışı) Jung Woo, takım elbiseli adamlar tarafından adeta sürüklenerek havaalanının çıkış kapısına çıkarılmıştır. Önünde siyah bir limuzin görünce şaşkınlıkla duraklar. Limuzinin camı açılır. İçeride, Ku Jon San’ı görürüz.
“Kim Jung Woo! İçeri gelin lütfen!”
Jung Woo’nun yanındaki iki adamdan biri, saygılı bir biçimde kapıyı açar. Jung Woo ise ne diyeceğini bilemez haldedir. Birden, sert bir hareketle beline kadar eğilir:
“Efendim, bağışlayın, ama benim şu anda çok acelem var! Bir arkadaşımın uçağının kalkmasına sadece bir saat vakit kaldı, ve-“
“Seninle konuşacağım şey çok önemli bir devlet meselesi!” der Ku Jon San onun sözünü keserek. Sonra genç adama dik dik bakar: “Biz ne zaman istersek devletin sana vereceği görevi yapacağına dair bir söz vermiştin, hatırladın mı?”
Flashback: Berna’nın yüzüğü bulunup geri getirildiği zaman Jung Woo gerçekten de böyle bir söz vermiştir.
Jung Woo ne diyeceğini bilemez. Sonra yine: “Efendim… Bana sadece yarım saatçik müsaade etseniz…”diye mırıldanırken Ku Jon San sert bir sesle:
“Arabaya binin genç Jung Woo!” diye emreder.
Jung Woo çaresizlikle duraklar, sonra umutsuz bir yüzle denileni yapar.
Sahne 23 (Havaalanı) (Give My Love) Berna’yı yolcu biniş salonunda bir koltukta oturup boarding’in başlamasını beklerken görürüz. Yüzünde dalgın, hüzünlü bir ifadeyle, parmağındaki yüzükle oynamaktadır.
Aynı anda, Jung Woo siyah limuzinden çıkar. Yüzünde büyük bir heyecanla koşmaya başlar. Arabanın penceresinden Ku Jon San’ın yüzü görünür. Yaşlı adamın yüzüne hafif bir tebessüm düşerken arabanın siyah camları yükselir, Ku Jon San görünmez olur.
Jung Woo havaalanının içinde canını dişine takarak koşmaktadır. Hatta bir yolcunun valizlerine çarpar, onları devirir, ama adamın kızgın bağırışlarına aldırmadan koşmaya devam eder.
Bu sırada, uçağa alım başlamıştır. Berna üzgün bir yüzle yerinden kalkar, biniş sırasına geçer, uçağa doğru ilerler…
Sahne 24 (Uçak) Berna uçağın dar koridorunda ilerler, kendi oturacağı yeri bulur ve koltuğuna geçer. Oturunca derin bir nefes verir. Yüzü hüzün doludur.
Dalgınca, çantasına uzanır. Çantayı açar açmaz içinden bir fotoğraf düşer: Karaoke barda çekilmiş oldukları fotoğraftır bu.
Berna hüzünlü bir gülümsemeyle fotoğraftaki yüzleri inceler tek tek. Sonra, çantasına uzanıp içinden güzel, taşlı bir kolye çıkarır.
Flashback: Şampiyonluk maçından sonra hep birlikte dışarı çıktıkları akşam, Yoon Ah ve Sun Yong ona bir hediye paketi uzatırlar. Sun Yong:
“Berna-sshi, bunu sana aldık,” der neşeyle. “Bizden ufak bir hatıra…” Berna duygulanarak:
“Ah, niye zahmet ettiniz?” diye mırıldanırken Yoon Ah: “Taktıkça bizi hatırlarsın!” diye şeker şeker gülümsemektedir. Berna pakedi açınca şu anda elinde tutmakta olduğu kolye düşer önüne.
Tekrar uçakta oturan Berna’ya döneriz. Berna yüzünde hafif bir gülümsemeyle kolyeyi çantaya geri koyar.
Sonra, kestane rengi tüyleri olan peluş bir tilki oyuncağı çıkarır. Bu oyuncaksa, Jin Ki’nin lunaparkta kazanıp kendisine verdiği tilkidir.
Berna tilkiyi göğsüne bastırırken gözlerinde yaşlar tomurcuklanmıştır. Aklına, parktaki gece düşer. Jin Ki’nin sesini duyar sanki:
“Ve ben, bense yıldızlara bakıp gülümseyeceğim. Neden biliyor musun Berna? Çünkü insan bir çiçeği seviyorsa, ve milyonlarca yıldız üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tane varsa, yıldızlara bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter… Çünkü insan kendi kendine, “işte benim çiçeğim oralarda bir yerde” diyebilir…
Çünkü benim çiçeğim de o yıldızların birinde olacak…”
Aynı anda Jin Ki de havaalanının çıkış kapısından çıkmış, dalgınca yürümektedir. Gözlerini gökyüzüne kaldırır. Gökte yıldızlar parıldamaktadır.
Jin Ki de parktaki geceyi anımsar. Bu kez konuşan Berna’dır:
“Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak seni mutlu edecek… Dostum olarak kalacaksın… Benimle gülmek isteyeceksin… Bunun için de arada bir pencereni açacaksın… Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! onlara ‘Yıldızlar hep güldürür beni!’ diyeceksin.”
Jin Ki’nin yüzüne hüzünlü bir gülümseme yayılır. Kendi kendine fısıldar:
“Güle güle çiçeğim… Güle güle dostum… Güle güle…”
(müzik yüksel)
Sonra içini çeker. Ellerini cebine sokup ileride yürümekte olan Sun Yong ve Yoon Ah’ı takip eder.
Uçakta ise kalkış anonsu yapılmıştır. Berna kemerini bağlar. Sonra pencereden dışarı çevirir gözlerini.
Biraz sonra, uçak havalanır. Berna hâlâ hüzünle dışarı bakmaktadır.
(she could be you) Sonra birden tekrar çantasına uzanır. Bu defa, nilüfer çiçeği şeklinde bir fener çıkarır çantadan. İncitmekten korkar gibi nazikçe elinde tutar. Dalgın dalgın bakar…
Sonra, yeniden pencereden dışarı çevirir bakışlarını. Seul’un ışıklarla dolu gece manzarasını son bir defa izler. Gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlamaya başlar.
Birden, sağ tarafında oturan kişiden bir mendil uzanır. Berna biraz utanarak başını yarım çevirir, “teşekkür ederim…” diye mırıldanır. Mendili alıp gözyaşlarını silerken yanında oturan kişi:
“Seul’ü çok özleyeceksiniz galiba agasshi…” der.
Berna bir an duraklar: “Bu ses…”
Birden, şimşek gibi başını çevirir! Gördüğü manzara karşısında nefesi kesilir!
Jung Woo, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ona bakmaktadır.
Berna birden ayağa fırlar gibi olur; ama neyse ki belindeki kemer yüzünden koltuğa çakılı kalır. Heyecanla:
“SEN!” diye bağırır! “SEN! AMAN TANRIM, AMAN TANRIM!!”
Birden bütün uçaktaki bakışların kendisine döndüğünü fark edince kızarıp bozarır, utanarak koltuğuna gömülür. Ama az önceki şoku hâlâ atlatamamıştır. Gözlerini sıkı sıkı kapatır:
“Hayır, bu.. bu çok saçma!” diye kekeler. “Ben… ben hayal görüyorum, öyle değil mi?? Ben… evet, halüsinasyon görüyorum. Şimdi gözlerimi açacağım ve Jung Woo’nun hayali yok olacak. Evet, aynen böyle olacak.”
Böyle deyip derin bir nefes alır. Sonra, yavaşça gözlerini aralar. Jung Woo hâlâ otuz iki dişiyle birden sırıtarak kendisine bakmaktadır.
“Üzgünüm, ama benden kurtuluş olmadığını söylemiştim!” deyip bir kahkaha atar. Berna’nın ağzı açık kalmıştır.
“Ama, ama nasıl olur??” diye kekeler. “Senin bu uçakta işin ne?! Jung Woo, bilmem farkında mısın ama bu uçak Türkiye’ye gidiyor!”
“Biliyorum, ben de zaten oraya gidiyorum,” diye omuz silker Jung Woo. Sonra ciddi bir ifade takınır: “Türkiye ve Güney Kore arasındaki dostluk münasebetlerini sağlamlaştırmak üzere devlet tarafından görevlendirildim! Ülkelerimiz arasındaki barışın kaderi bana bağlı!”
(doink!) Berna’nın ona boş boş baktığını görünce birden bir kahkaha patlatır:
“Off, şaka yaptım Berna yaa! İstanbul konsolosluğunda başkonsolos bay Seong Taek’in özel sekreteri pozisyonu boşalmış, efendi Ku Jon San da benim oraya atanmamı sağlamış. Üstelik benim haberim olmadan bütün işlemleri, kalacak yeri, vizeyi, hatta uçak biletini bile ayarlatmış!”
Berna şaşkınlıkla: “Aaa-ama ama… neden??” diye haykırınca Jung Woo bir defa daha güler: “Türkiye’ye gitmek isteyeceğimi bana sormadan bildiği için! Senin yüzüğünün bulunması için ona o kadar çok yalvarmıştım ki, Türkiye ile kuvvetli bağlarım olduğunu daha o zamandan tahmin etmiş!”
Jung Woo bir kahkaha daha atarken Berna hâlâ ağzı yarı-açık, bu muhteşem olaya inanamaz gibi bakmaktadır. Fakat sonra, birden kaşları çatılır. Yüzünü pencereye doğru çevirir.
“Ama… ama peki ya Min Hee?” der öfkeyle. “Son konuşmamızı hatırla Jung Woo, sen de ben de Min Hee’ye söz-“
“Min Hee gitmeme izin verdi,” deyiverir Jung Woo bir çırpıda. Berna yine şaşkınca: “Ne??” diye ona dönünce cebinden Min Hee’nin kendisine verdiği mektubu çıkarır. Berna elleri titreyerek mektubu eline alır, zarfı açar, okumaya başlar. Min Hee:
“Seni bağışlayabilecek miyim, henüz bilmiyorum…” diye yazmıştır. “Ama Jung Woo’nun ancak senin yanında mutlu olabileceğini biliyorum… Ve onu senin benden daha fazla hak etmiş olduğunu da…
Çünkü Berna, sen kendi mutsuzluğun pahasına onu bana gönderdin… Oysa ben, bencil davrandım… Benimle mutlu olamayacağını bildiğim halde, Jung Woo’yu yanımda tutmak istedim…
Oysa gerçek sevgi, sevdiğinin mutlu olmasına izin vermektir… Bunu hatırlamam uzun sürmedi.
O yüzden, Jung Woo’yu özgür bırakıyorum. O seni seçecek, biliyorum. Benimse elimden gelen tek şey, onun mutlu olmasını dilemek.
Ve senin de…
Mutlu olun. Çünkü olmazsanız, yaptığım fedakarlığın hiçbir değeri kalmayacak… İşte o zaman bana en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.
Güle güle Berna.
Her şeye rağmen, arkadaşın Min Hee.”
Berna gözlerinden damlayan yaşlarla mektubu göğsüne bastırırken havaalanının kocaman camlı pencerelerinden birinin karşısında, yere oturmuş, dalgın gözlerle pistten birer birer havalanan uçakları izleyen Min Hee’yi görürüz. Birden, yanına biri yaklaşır. Min Hee şaşkınca başını çevirir. Gelen Mert’tir. Genç adam, yüzünde takdir dolu bir gülümsemeyle gelir, onun yanıbaşına oturur. Kendisi de karşıya, birer birer yükselen uçaklara diker gözlerini:
“Doğru olanı yaptın…” diye mırıldanır.
Min Hee’nin yüzünden hafif bir tebessüm geçer. Başını bir defa “evet” anlamında sallar.
İki gencin karşıya bakan görüntüsü flulaşırken, camdan yansıyan, kalkışa geçen bir uçak görüntüsü gelir ekrana…
Bu sırada Jung Woo yavaşça uzanıp Berna’nın elinden Min Hee’nin mektubunu alır. Sonra, genç kızın iki elini birden tutar. Gözlerinin içine bakar.
“Artık sorun yok, değil mi?” diye fısıldar.
Berna gözyaşları arasından usulca gülümser. Sonra:
“Evet… galiba öyle…” diye mırıldanır.
Jung Woo bunun üzerine mutlulukla gülümser. Sonra uzanır, Berna’nın yanağına sevgi dolu yumuşacık bir öpücük kondurur. Sonra da yüzünde kocaman bir gülümsemeyle:
“Hatırlıyor musun, cesaret mi doğruluk mu oynarken benden en sevdiğim ev arkadaşımı yanağından öpmemi istemiştin!” der. “İşte o zaman yanlış kişiyi öpmüştüm! Şimdi o yanlışı düzeltiyorum!”
Sonra, Berna’nın elini, eline alır. Başını koltukta geriye yaslar. Sevgi dolu bir sesle:
“Çünkü sen, benim en sevdiğim, biricik, “sevgili ev arkadaşım”sın…” der…
Berna da gülümseyerek başını koltuğa yaslar. Yüzünde büyük bir mutlulukla Jung Woo’ya bakar. Jung Woo da gülümseyerek ona bakmaktadır. Kamera, iki gencin yüzündeki ışıltılı mutluluğu gösterir, sonra, birbirine kenetli ellerine odaklanır.
Uçak, bulutları yara yara Seul’den İstanbul’a doğru uçmaktadır…